- 21:28 - BADER Olarak Etimesgut Belediye Başkanı Sayın Enver DEMİREL'in Misafiri Olduk
- 13:44 - 5.Olağan Genel Kurul Çağrısı
- 08:48 - İstişare ve Tanışma Programımızı Gerçekleştirdik
- 08:50 - Ankara Valiliğine Vasip ŞAHİN atandı.
- 16:11 - Kabakçı Konağı Ekim Ayı Söyleşisini Gerçekleştirdik.
- 08:44 - BADER Olarak Ziyaretlerimize Devam Ediyoruz.
- 09:42 - Acımız Büyük
- 23:38 - Hacı Bayram Veli Hazretlerinin Manevi Gölgesinde Bir Sosyal Bilimler Üniversitesi
- 23:13 - Zabıta Teşkilatı 192 Yaşında…
- 16:09 - ABD Menşeili Markalara İzin Yok
- 09:30 - 15 Temmuz Platformu Üyesi Olarak Basın Açıklamasına katıldık.
- 09:24 - 13. Çubuk Kültür ve Turşu Festivali İstişare Toplantısı
- 09:18 - Döviz ve Altınlarımız Bozduruyoruz
- 09:14 - TRT'ye Ziyaret
- 16:01 - Sincan Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda Basın Açıklaması Yapıldı
Adil BÜYÜKÇOLAK / Yazar





ALLAH, NİMETİNİ TAMAMLAMAK İSTİYOR
Hz. Ebu Bekir, iftiracılardan, Mıstah'ı (Ebu Bekir'in teyzesinin kızının oğlu) iftira'ya alet olmadan önce koruyup kolluyordu. İfk olayında durumu belli olunca ona bir daha yardım yapmamaya yemin etti. Ancak içinde Mistah'ın da bulunduğu iftiracılara hadd-ı kazf (iftira cezası) uygulanmıştı. Bu ceza onların günahlarına kefaret olduğundan ve bir müslümanın bir kusurundan dolayı devamlı cezalandırılmaması gerektiğinden Ebû Bekir’in bu tutumu vahye konu oluyordu.
"Sizden iyilik ve varlık sahibi olanlar, akrabalarına, yoksullara, hicret edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler, affetsinler, bağışlayıp geçsinler, Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Nur 24/22) Nazil olan bu ayetten sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) Mistah ailesine yardım etmeye devam etmiş, şu ayetlerden dolayı da yemin kefareti vermiştir.
"Allah sizi boş yere yaptığınız yeminlerden dolayı muaheze etmez (sorumlu tutmaz), fakat sizi kasıtla (bilerek) yaptığınız yeminlerden dolayı muaheze eder. Bu yeminin kefareti de ailenize yedirdiğinizin orta derecesinden, on fakiri yedirmek veya giydirmek ve yahut bir köle azat etmektir. Kim bunları bulamazsa üç gün oruç tutar. İşte yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi koruyun. Belki şükredersiniz diye Allah ayetlerini size böyle açıklıyor." (Maide 5/89)
Mustalıkoğulları seferinde ve seferden sonra meydana gelen olaylar bununla da sınırlı kalmadı. Bu seferde ordu abdest alacak su bulamamış, bunun üzerine Allah teyemmüm kolaylığı ve nimetini İslam ümmetine ihsan etmişti.
"Hasta yahut yolcu iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse, ya da kadınlara dokunmuş ve su da bulamamışsanız, temiz toprağa teyemmüm edin; yüzlerinize, ellerinize ondan sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemiyor. Fakat sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Belki şükredersiniz" (Maide 5/6)
Teyemmüm, suyun bulunmadığı ve suyu kullanmaya gücün yetmediği ve su kullanmanın mahzurları olduğu zaman, temiz toprak, taş, kum gibi toprak cinsinden bir şeye, niyet ederek ve elleri vurarak yüzü ve kolları mesh etmektir.
Mustalikoğulları ile ilgili daha sonra ki yıllarda meydana gelen bir olayda da, fasıkın haberine itibar edilip edilmeyeceği öğretilmiştir. Rasûlullah (s.a.v), Velid b. Utbe'yi onlardan zekât toplamak üzere göndermişti. Onu kalabalık bir topluluk karşılamıştı. Velid ile bu kabile arasında, cahiliye döneminden kalma bir düşmanlık olması dolayısıyla kendisinin öldürüleceği zannıyla Medine'ye kaçtı. Velid Rasûlullah'a ise durumu şöyle anlattı. "Onlar dinlerinden dönmüşler. Zekât vermiyorlar. Nerede ise beni öldüreceklerdi" diyerek iki topluluğun çatışmasına sebep olacaktı. Bu sözleri duyanlar, Mustalikoğullarına savaş açılması istediler. Rasûlullah da kızdı, fakat bu teklifi kabul etmedi. Durumu yerinde incelemek üzere Halid b. Velid'i görevlendirdi. Çünkü söz konusu olan müslümanlardı. Müslümanın müslümanla çatışmasına, değil bir peygamber hiç bir müslüman razı olmazdı ve kolayca karar vermemeliydi. Halid b. Velid oraya gittiğinde söylenilenin tam tersi ile karşılaştı. Mustalikoğulları namazlarını eda ettikleri gibi, hiç bir direnme göstermeksizin zekâtlarını da Halid'e teslim ettiler. O da durumu Rasûlullah'a aktardı. Velid b. Utbe gerçeği çarpıtarak haber vermişti. Bunun üzerine nazil olan ayetler mü'minin bu gibi durumlarda izlemesi gereken ebedi yolu göstermişti.
"Ey iman edenler, size fasık bir adam bir haber getirirse, onun doğruluğunu tahkik edin (araştırın). Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza yanarsınız (pişman olursunuz)." (Hucurat 49/6)
Günümüzde müslümanların birbirleriyle ilgili haber kaynakları günahkâr bir fasık bile değil, düpedüz İslam düşmanları olması, müslümanları ne hale getirmiştir. Herkes herkese şüphe ve zanlarla hem de kötü zanlarla yaklaşmak ve uzaklaşmaktadır. Hâlbuki Allah zandan kaçınmamızı zannın, haktan yana bir şey ifade etmeyeceğini bildirmektedir.
"Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu da araştırmayın..." (Hucurat 49/12) "Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir." (Yunus 10/36)
Müslümanların müslümanlarla ilgili haber kaynağı güvenilir müslümanlar olmalıdır. Diğer bütün haber kaynakları tetkik edilmeden kabul edilmemelidir. Bu bizim için hiçbir zaman unutmamamız gereken, vazgeçilmez bir ilke olmalıdır. Bugün maalesef insanlar inançlarını ve yaşayışlarını ve tüm dünya ilgili haberleri fasık değil, kâfir kaynakların yaptığı haber ve yorumlarla şekillendirmektedirler.
Nitekim müslüman ülkelerin ve toplulukların birbirlerine bakışını bu haber ve yorumlar etkilemektedir. Özgürlülük mücadelesi veren Kafkas mücahitleri, Rus ağzıyla terörist ilan edilebilmekte ve bunun üzerine yorumlar yapılabilmektedir. Yabancı kaynakların geçtiği haberler aynen türcüme edilerek yerli kaynaklarca kullanılmaktadır. Bu da bazılarının algılama ve olayları yorumlamasını bozmaktadır.
Müslümanlar kendilerini ilgilendiren haberlere karşı daima uyanık olmalıdır. Çünkü dünyada yoğun bir propaganda ve enformasyon savaşı sürmektedir. Haber kaynaklarını ellerinde bulunduranlar istediklerini vezir, istediklerini rezil edebilmektedirler. Olayların seyrini kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmektedirler. Hatta bir gün rezil ettiklerini ertesi gün vezir edebilmektedirler. Türkiye'de meydana gelen depremde devleti bir gün önce rezil edenler, ertesi gün göklere çıkarabilmektedirler. Müslümanların olanca gayret ve yardımlarını görmezden gelenler, kendi vatandaşlarını kurtaran İsrail askerlerini övecek söz bulmakta güçlük çekmektedirler.
Müslüman Türkler Müslüman Araplara, Müslüman Araplar müslüman Türklere düşman gibi gösterebilmektedir. Adi bir sloganla "Pis Araplar, bizi kurtuluş savaşında arkadan vurdular." denirken, vatanımızı işgal edip, canımıza namusumuza kastedenler dost, Araplar düşman ilan edilir. Bu slogan neredeyse bütün Türklerin dilinde unutulmayan vecize haline geldi. Arapların diline ise "Türkler bizi sömürdü, geri bıraktı" cümlesi yer etmiş. Esasta ise "Mü'minler Kardeştir." Kardeşliği pekiştirmek yerine ayrılığı körüklemek hangi düşüncenin ürünü dersiniz. Bu düşmanıyla bile iyi geçinmeyi, çatışmamayı ilke eden bir dinin ve onun mensuplarının düşüncesi olamaz, olmamalıdır. Müslümanlar birbirleri ile tekrar kardeş olmanın yollarını aramalı ve bulmalıdırlar.
Yukarıda anlattığımız olayda, uydurma haberden etkilenen bazı müslümanlar Mustalikoğullarına savaş açılmasını istemişler, Rasûlullah'ında kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmesini istemişlerdi. İnsanlara Hz. Muhammed (as.)'in ayrıcalıklı tarafının ne olduğunun Allah tarafından hatırlatılması da bu vesileyle olmuştur.
"Bilin ki Allah'ın Rasûlü aranızdadır. Şayet o, birçok işlerde size uyacak olsaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi. Ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu size Allah'tan bir lütuf ve nimettir. Allah bilendir, hâkimdir." (Hucurat, 49/78)
Müslümanların konumları, geldikleri nokta ve inançları onları, hareketsiz durmalarını engelliyordu.
Bugünkü müslümanların "iman ettik her şey bitti" anlayışı, dünün müslümanlarında "iman ettik, her şey bizim için yeni başladı, sorumluluğumuz bir kat daha arttı" şeklindeydi. Medine ve çevresi müslümanların otoritesini ister istemez kabul eder durumda idi. Büyük atılımlar gerçekleştirme zamanı gelmişti. Kuzeyde ve çevrede birçok kabilenin kimi müslüman olmak, kimi antlaşma yapmak suretiyle Medine'ye bağlanmıştı. İki önemli düşmandan biri kuzeyde biri de güneyde her an tehlikeli olabilecek durumlarını koruyorlardı ve aralarında da ittifak vardı; Mekke ve Hayber. İki yöndeki düşmandan aynı anda kurtulmanın imkânı yoktu. Mekke ahalisi ile Hayber Yahudileri arasında, Rasûlullah'ın herhangi birinin üzerine yürümesi halinde diğeri Medine'yi işgal edecekti. Bu bertaraf edilmeliydi, fakat nasıl?
Mü'min muhacirlerin atlı yıldır vatan hasretiyle yandıkları çocukları ve gençlik yıllarını geçirdikleri bir yer olmaktan öte, namazlarının Kıblegahın Ka'be oradaydı. Mahzun çıktıkları o beldeye bir daha nasıl gireceklerdi? Bütün Arap kabilelerinin hürmetinin olduğu Kâbe’yi ziyaret etmek ve onun kendilerince de önemli olduğunu göstermek müslümanlara neler kazandırabilirdi?
Hicretin altıncı yılın sonunda, Zikade ayında peygamber ve ashabı Kâbe’yi ziyaret etmek istediler. Her ne kadar otoritesi zayıflamış da olsa Kureyş'e rağmen orayı ziyaret etmek kolay değildi, fakat bir adım atılması gerekiyordu. Bunu en iyi bilen de Rasûlullah'tı. Rivayetlere göre Rasûlullah (s.a.v.) ashabıyla birlikte emniyet içinde Kâbe’yi ziyaret ettiğini rüyasında görmüş, bunu ashabına anlatmış, onlar da çok sevinmişlerdi. Çünkü Rasûlullah'ın rüyası gündüzün aydınlığı gibi berraktı.
"Andolsun ki Allah, peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik etmiştir. Allah dilerse hepiniz emniyet içinde (kiminiz) başlarınızı kazıtarak, (kiminiz) saçlarınızı kısaltarak, korkusuzca Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Size bundan başka yakın zamanda bir zafer verecektir." (Fetih 48/27)
Kâbe’yi ziyaret etme kararı, Rasûlullah için büyük bir adım ve manevraydı. Sonucu bakımından duygusal ve dini yanından çok siyasî ve askerî yanının ağırlığı daha fazla olduğunda tespit edebiliriz. Ziyaret ister başarılı olsun, ister olmasın siyasî ve askerî bakımdan birçok başarıyı getirme imkânı sağlayacağı Allah Rasûlü tarafından bilinmekteydi. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.v) müslüman veya değil bütün kabilelerin bu ziyarete katılmasını istedi. Bununla da amacının savaşmak olmadığını, dosta düşmana göstermekti. Ziyarete mani olunursa, Kureyş ile aralarındaki mücadelede kimin haklı kimin haksız olduğu açığa çıkacak, ziyarete engel olunmaz veya olunamazsa kabileler arasında büyük itibar kazanılmış olacaktı.
Fakat bu davette samimi müslümanlar dışında ilgi olmadı. Civar kabileler, müslümanlarla Kureyş arasındaki bu hareketleri izlemekle yetinmeye karar vermiş, müslümanların Kâbe’yi ziyaret girişimini dönüşü olmayan bir yolculuk olarak nitelendirenler olmuştu. Öyle ya Medine'ye birçok kez saldırmış olan Mekkeli, Kureyş, ocağına ve kucağına gelen müslümanlara neler yapmazdı? Onların bu düşüncelerini Allah, Fetih Suresinde şöyle açıklıyor: "Aslında siz, peygamberin ve inananların ailelerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu gönüllerinize güzel görünmüştü ve kötü zanda bulunmuştunuz. Hayırsız kimselersiniz." (Fetih, 48/12)
Rasûlullah (s.a.v) Kâbe’yi ziyarete karar vermeden önce Kureyşle buzları eritmenin yollarını da aramıştı. O yıl Mekke'de kıtlık meydana gelmiş, açlık tehlikesi baş göstermişti. Ticaret yolları onlar için güvensizleşmişti. Necid bölgesi ise buğday temin ettikleri buğday ambarı iken, bu bölgenin büyük başkanlarından biri olan Summamet İbn Usâl'ın İslam'ı kabul etmesi dolayısıyla ambargo uygulaması, Kureyş'i yardıma muhtaç konuma düşürmüştü. Bazı Mekkeliler Rasûlullah'ın cömertliğini ve onunla olan akrabalıklarını öne sürerek bu yasağın kaldırılmasını rica ettiler. Rasûlullah (a.s) bunu yerine getirmesi yanında Mekkelilere bizzat yardım gönderdi. Bu durum karşısında Ebu Süfyan'ın şöyle homurdandığı rivayet edilmiştir: "Muhammed bununla gençlerimizi aldatıp saptırmak istiyor." (Hamidullah s. 252).
Ayrıca Rasûlullah (a.s) Ebu Süfyan'ın Habeşistan'a hicret etmiş ve burada kocası ölmüş olan kızını (Ummü Habibe) nikâhladı. Bu nikâhlamanın hikmetini ve bir toplulukla geçinmenin ilkelerini Kur'an şöyle bildiriyor:" Umulur ki Allah, sizinle düşmanlarınız arasında dostluk meydana getirebilir. Allah'ın her şeye gücü yeter. Allah bağışlayandır, çok merhamet edendir. Allah sizinle din hususunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı adil olmaktan men etmez. Çünkü Allah, adil olanları sever. Allah sizi, ancak din hususunda sizinle savaşan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder. Kim onlarlar dost olursa, işte zalimler onlardır" (Mümtahine, 60/7-9)
Bu ilkeler ve Rasûlullah'ın çabaları meyvesini belki hemen vermedi. Fakat sonuçta müslümanlar için maddi, manevi, siyasi, askeri ve dini yararları meydana çıktı.
İyi niyetini ortaya koyduktan sonra, ziyareti ve amacını açığa vurmak suretiyle ise Mekke'nin nabzını ölçen Rasûlullah (a.s), Kâbe’yi ziyarete karar verdi. Bu ziyareti ve sonuçlarını gelecek sayıda ele alacağız, inşallah.
Yorum Ekle
Arkadaşına Gönder
Yazdır
Yukarı
Tel : 0 312 229 54 06 - 229 55 06 | Haber Yazılımı: CM Bilişim