Vedat GÜNEŞ / Yazar

    12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
    Vedat GÜNEŞ / Yazar

    Gerçek Olmayan Gerçek Bir Hikâye (1)

    25 Ekim 2016 Salı 11:36

    Bu bir hikâye. Üzerinize alınmayın demeyeceğim. Herkes üzerine alınmalı, tabi ki isterse. Ama benim açımdan ütopik bir hikâye. Hani hep derler ya; yer, zaman ve kişiler hayal ürünüdür, diye. İşte öyle bir şey. İsimlerde bir çakışma varsa, onlar birer tesadüften ibarettir. Yoksa kendileri ile bu hikâyenin bir ilgisi yok… 

    Bu hikâyede herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği gerçek, gerçekliğin yanında, içinde ironi olan bir hikâye. Kısacası bizim hikâyemiz… Ama asla bir edebî hikâye değil…

    * * *

    Adam koltuğuna oturmuş Jacobs marka neskafesini yudumlarken Sharp Lorenz marka televizyonundan önce Suriye ve Irak’ta devam eden savaşı izledi canlı canlı. Ardından Filistin’den, Lübnan’dan görüntüler geldi, içi burkuldu. Kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk kan içinde çaresizliklerini görünce, kendi çaresizliği aklına geldi. Derken PKK’nın şehit ettiği askerlerin, polislerin çocuklarını babalarının tabutlarının üzerinde gördü. Bir şey yapamadı. Yapmalıydı. “Ne yapabilirim?!” demek yakışmazdı kendisine. Yeraltından, dağdan, bayırdan çıkan silâhlar, tüylerini diken diken etmişti.

    Sabah ilk iş olarak Marlboro marka sigarayı bırakmaya karar verdi. “Sigara parasını şehit ailelerine veririm” diye geçirdi içinden. Bu istekle banyoya girdi. Saçını Rejoice ile yıkadıktan sonra Gillette Blue II ile tıraşını oldu. Bu arada eşi de Lipton çayını demlemiş, kahvaltıyı hazırlamıştı. Seiko saatinden zamanı öğrenip dışarıya çıktı. Mercedes marka arabasına atlayıp çarşıya indi.

    Kahvede arkadaşları oyun oynuyordu. Onlara PKK, FETÖ ve Ortadoğu’daki terörden bahsetti. “Evet, çok kötü. Hepsini cezalandıracaksın” dedi bir arkadaşı sinkaflı bir cümleyle bitirdi sözünü başını kaldırmadan. Kimse olanları tasvip etmiyordu, lâkin yaptıkları bir şey de yoktu. Tepkiler sadece sözden ibaretti. Ne diyebilirdi ki, ateş düştüğü yeri yakıyordu. Kurşuna karşı taş atanların yanında olmak sadece sözde kalıyordu. Bu arada garson Freşa maden suyu getirmişti. İçmedi. Kendisi de sinkaflı bir küfür savuracaktı ki, hüznü okunmaya başladı minarelerden. Yavaşça kalkıp dışarı çıktı.

    Yol boyu yürümeye başladı. Karşıdan gelen bir arkadaşı selâm verdi. Ayaküstü hoşbeş ettikten sonra neler yaptığını sordu. Arkadaşı bir aylığına Plases Tatil Köyüne gideceğini söyledi. “Bizim de tatile ihtiyacımız var, geceleri barda kafayı dağıtmak, köpükler içinde stres atmak lâzım”.

    Bu sözleri söyleyen arkadaşı, daha bir hafta önce “Haccı yasaklayacaksın, parayı memlekette okul yaptırmaya harcayacaksın. Bu insanların paralarını Araplara kaptırmasını kabul edemiyorum. Bizde Müslüman’ız, ama memleketini düşüneceksin. Din dersini azaltacaksın” demişti.

    Okul yaptırmaya karşı değildi tabii. Ama hac da farzdı. Bunları söyleyen arkadaşı barlarda yiyeceği parayı okullara vererek yardım edemez miydi? “Niye hep bir başkasının parasına akıl verenler, sıra kendi paralarına gelince sus pus uluyorlar” diye geçirdi içinden. “Bir müzik klibine 15-20 bin dolar harcayanların yaptırdığı kaç okul var ülkemizde. Veya estetik ameliyata ayrılan bütçenin yanı sıra okul için de bütçe yapıyorlar mıydı?”

    Akşama kadar gezdi dolaştı. Düşündü, düşündü, çaresizliğinin örgütlenişi kendisini çaresiz bıraktı. Eski insanlar ve insanlık aklına geldi. Okudukları, dinledikleri geride kalmıştı. Güzel adamlar güzel atlarına binip gideli çok olmuştu. Geride kalanlar, başta kendisi olmak üzere ne kadar değişmişti? Annesi, babası, atası ile övünen kişi kendisi olamazdı. Ne kadar yabancıydı özüne, tarihine, atasına… Bakalım atasının hafız, âlim, bilgin, adil ve adaletli olması ne fayda verecekti…

    Eve geldiğinde eşi ve kızı magazin programlarını izliyordu. “Haber yok mu televizyonda?” diye sordu. Kızı, “Baba, haberler hep aynı, biz magazin programı izliyoruz.Sonra da yarışma başlayacak” diye karşı çıktı. İçinden “Estağfurullah” çekti adam. Biraz bekledi. Gerçi haberlerde terörden, savaştan, trafik kazasından, cinnetten, şiddetten başka haber yoktu ama olsun, istemişti yine de haberleri izlemeyi.

    Geçen izlediği bir evlendirme programında yaşı altmışı geçmiş bir adama spiker “Bu bayanın neyini beğendiniz?” sorusuna “Cinsiyetini!”  cevabı aklına geldi, daraldı. Kızına “Değiştirin şu kanalı” diye bağırdı. Eşinin; “Karnın aç mı?” sorusuna başıyla hayır işareti yaptı.

    Beren Saat’in başrolünü, Ece Yörenç’in senaryosunu üstlendiği Sabahattin Ali’nin abide eseri Kürk Mantolu Madonna’nın film uyarlamasını şarkıcı Madonna’nın hayatının, aşklarının, ilişkilerinin anlatılacağı bir yapım sanan Funda Özkalyoncuoğlu’nun söyledikleri geldi aklına. Kimlere kalmıştı ekranlar?! Tam “Estağfurullah” çekmeye hazırlanmıştı ki, tekerrür edip canını daha fazla sıkamamak için sadece yutkundu.

    Balkona çıktı. Sigarayı bırakamayacaktı anlaşılan, bir tane daha yaktı Malborosundan.

    Berceste

    Oyuncak sanmayın! Ahlâk-ı millî, ruh-u millîdir
    Onun iflası en korkunç ölümdür: Mevt-i küllîdir

    Gökten inmez bir de hiçbir şey. Bütün yerden taşar
    Kendi ahlâkıyla bir millet ölür, yahut yaşar. (M.A.Ersoy)

    Not: Bu hikâye burada bitmez. Hatta birlikte de yazabiliriz. Varsa devamı ile ilgili görüşleriniz, bize yazın ki bu hikâyeyi romana çevirelim. Yok, eğer öneri gelmezse ben devam edeceğim…

    Bu yazı toplam 1428 defa okunmuştur.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
    Tüm Hakları Saklıdır © 2016 BADER Ankara | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0 312 229 54 06 - 229 55 06 | Haber Yazılımı: CM Bilişim