- 21:28 - BADER Olarak Etimesgut Belediye Başkanı Sayın Enver DEMİREL'in Misafiri Olduk
- 13:44 - 5.Olağan Genel Kurul Çağrısı
- 08:48 - İstişare ve Tanışma Programımızı Gerçekleştirdik
- 08:50 - Ankara Valiliğine Vasip ŞAHİN atandı.
- 16:11 - Kabakçı Konağı Ekim Ayı Söyleşisini Gerçekleştirdik.
- 08:44 - BADER Olarak Ziyaretlerimize Devam Ediyoruz.
- 09:42 - Acımız Büyük
- 23:38 - Hacı Bayram Veli Hazretlerinin Manevi Gölgesinde Bir Sosyal Bilimler Üniversitesi
- 23:13 - Zabıta Teşkilatı 192 Yaşında…
- 16:09 - ABD Menşeili Markalara İzin Yok
- 09:30 - 15 Temmuz Platformu Üyesi Olarak Basın Açıklamasına katıldık.
- 09:24 - 13. Çubuk Kültür ve Turşu Festivali İstişare Toplantısı
- 09:18 - Döviz ve Altınlarımız Bozduruyoruz
- 09:14 - TRT'ye Ziyaret
- 16:01 - Sincan Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda Basın Açıklaması Yapıldı
Adil BÜYÜKÇOLAK / Yazar





MÜNAFIK KIŞKIRTMASI
Hendek savaşından sonuç alamayan ve bir daha müslümanların üzerine gelemeyecek olan müşrik ordusuna katılan ve onlara yardım edenlerle tek tek hesaplaşmaya başlayan Rasûlullah (s.a.v.), ilk olarak müslümanlara ihanet eden Beni Kurayza'yı etkisiz hale getirdi. Medine, Yahudi kabilelerinden kurtulduktan sonra güvenli bir müslüman şehri oldu. Şehrin bu son Yahudi kabilesi şiddetle cezalandırıldı. Beni Kurayza'nın şiddetle cezalandırılmasının birçok sebebi vardı. Daha önce Medine'den çıkartılan Beni Kaynuka ve Beni Nadir, sürgünden sonra da rahat durmamış müslümanların aleyhinde oluşan olayların arkasında yer almışlardı. Beni Nadir Medine'nin kuzeyinde bulunan Yahudi yerleşim yeri olan Hayber'e gitmişti. Beni Nadir'in ileri gelenlerinden bir heyet, Ahzab (Hendek) ordusunun oluşumunda yer almış ve Beni Kurayza'yı ihanete razı etmişlerdi. Beni Kurayza da en zor zamanlarında müslümanlara ihanet etmişti. Yaptıklarına pişman olacaklarına, ihanetlerinden övgüyle söz ederek, af dilemediler. Haklarında hüküm bildirecek kişiyi (Sad b. Muaz) kendileri seçtiler. O da hükümlü Yahudilerin kendi kitaplarına göre verdi. Bütün bu olanlar müslümanların ihanete göz yummadığını, bir delikten iki defa ısırılmamak için tedbir aldıklarını göstermektedir.
Beni Kurayza olayından sonra Rasûlullah (s.a.v.), Ümmü Mektum'u Medine'ye vali atayıp, Şam yolunun ortasına yaklaşıldığında birden güneye giden yola dönülerek Beni Libyan'ın yerleşim bölgesine gelindi. Burası Reci faciasına sebep olanların yeriydi. Rasûlullah (a.s.) bununla Reci şehitlerinin intikamını almak istiyordu. Fakat düşman dağlara kaçmıştı. Rasûlullah buradan Mekke'ye yakın Usfan'a girerek Kureyş'in tepkisini ölçmek istedi. Haber alamayınca hızla Medine'ye döndü.
Bundan birkaç gün sonra, Beni Gatafan desteğinde Uyeyne b. Hısn, Medine civarına saldırıp Peygamber (a.s)'in hayvan sürüsünü otlatan Ebu Zer Gıffarî'nin oğlunu öldürüp, gelinini esir aldı. Olayı gören Seleme onların peşine takılarak ve gürültü kopararak hem Medine'ye olayı duyuruyor, hem de onları oyalıyordu. Rasûlullah'ın Medine'nin güvenliğini sağlamak için görevlendirdiği devriyeyi onların peşine taktırdı. Sonra Peygamber (a.s) kendisi ile onları izlemek için Medine'den çıktı. Haydutlardan bir grup öldürüldü. Develer geri alındı. Ebu Zer'in oğlunun karısı da kurtarıldı.
Bir iki ay Medine'de kalan Rasûlullah (s.a.v.), Şaban ayında Huzaa kabilelerinden Beni Mustalık'in reisi Haris b. Dırar'ın Medine'ye baskın yapmak için ordu topladığı haberi üzerine harekete geçti. Arkadaşlarıyla yaptığı istişareden, Haris'in hazırlığını bitirmesine fırsat vermeden baskın yapma kararı çıktı. Münafıkların bazıları da ganimete ve zafere ortak olmak için müslümanlara katıldı.
Müslümanlar bin kişilik bir kuvvetle Beni Mustalik üzerine yürüdü. Müreysi denilen bir subaşında düşmanla karşıladı. Sabaha karşı yapılan bir baskınla 10 kişi öldürüldü. Geriye kalanlar ise esir edildi. Bu yüzden bu savaşa Müreysi Gazası da denmiştir. Savaştan önce Rasûlullah Beni Müstalik kabilesini İslam'a davet etmişti. Davet için giden Hz. Ömer onlara: "Lailahe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur) derseniz canınızı ve malınızı korumuş olursunuz." demişti. Onlar da bunu kabul etmemişlerdi.
Ele geçen esirlerin sayısı yedi yüzü buluyordu. İki bin deve beş bin koyun ganimet olarak ele geçirilmişti. Esirler gazilere dağıtıldı. Ganimetlerin beşte biri hazineye, kalanı ise savaşanlara pay edildi.
Rasûlullah (s.a.v.) barış isteyen ve barış antlaşması yaptığı insanlara karşı savaşmadı. Yalnız ona saldıran, antlaşmalarını bozan ve düşmanlık edenlere karşı savaştı. "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez" (2/190) ayeti kerimesinin buyruğuna hassasiyeti, ondan başka kim gösterebilir?
Rasûlullah (a.s)'ın Haris b. Dırar'ın kızı Berre (Cuveyriye) ile evlenmesi, diğer esirlerin -Rasûlullah'ın akrabası konumuna geldiklerinden- müslümanlar tarafından bırakılmalarına sebep oldu. Cüveyriye kabilesini esaretten kurtaran, samimi bir müslüman ve müminlerin annesi konumuna gelen biriydi artık. Kabilesi de bu sayede Müslümanlıkla şereflenerek tamamen müslüman oldu.
Bu seferde görünüşte küçük fakat sonuçları itibariyle büyük olaylarda vuku buldu. Savaşın sona ermesinden sonra Ömer İbni Hattab (r.a.)'ın kölesi Cahcah bin Said el-Gıfari atını sulamak için subaşına götürdü. Ensardan Sinan bin Vebr el-Cüheni'yle su konusunda tartışıp kavga ettiler. Sinan, ensarı yardıma çağırırken Cahcah da muhaciri çağırdı. Birçok kişi olay yerine geldi. Büyük bir kargaşa çıkmak üzereydi. Olay yerine kargaşa çıkmak üzereydi. Olay yerine gelen Rasûlullah (s.a.v.) olaya el koydu ve:
"Bırakın şu cahiliye çığlığını. Soyunu çağırmak, onunla hak kazanmak ne kötü şeydir" dedi. Bununla, kavmiyetçilik cahiliye âdeti sayılmış, hak ve hukuk aramada bir değerinin olmayacağı ortaya konmuştur. İslam insanları kavmiyetiyle değil, iman ve güzel amelleriyle ölçüyordu. Müslümanın müslümana kavmiyetini öne çıkararak hak araması olur şey değildir. Hakkaniyet ancak adaletle ve belli ölçülerle sağlanır. Güç ve kuvvet haksızlığı örtmek için değil, hakkı ve adaleti sağlamak için kullanılmalıdır. Bir kimsenin yapmış olduğu iyilik veya kötülük onun mensup olduğu kavme, dine veya görüşe göre değerlendirilemez. Bir işin iyi veya kötü, bir kişinin haklı veya haksızlığını ortaya koyacak ölçüler hak ve adalettir. Müslüman hiçbir gerekçe ilme zulme arka çıkamaz ve rıza gösteremez. Müslümanlar aralarındaki anlaşmazlığı Kur'an'ın gösterdiği adalet ölçüleri içinde gidermelidir. Onun da ölçüsü: "Mü'minlerden iki taraf, dövüşecek olurlarsa, aralarını bulup barıştırın. İçlerinden biri ötekine tecavüz ederse, tecavüz eden tarafla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın. Tecavüz eden taraf, (Allah'ın emrine dönerse), iki tarafın arasını adalet (ve hakkaniyet) çerçevesinde bulup uzlaştırın. Allah, her hususta adalet ve insafı gözetenleri sever. Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'tan korkun ki, merhamet olunasınız." (49/9-10) ayetlerinde belirtildiği üzere olmalıdır.
Münafık olanların tutumu ise hakkaniyetle bağdaşmayan kavmiyetçiliği öne çıkararak olayı körüklemek, çıkacak olaylardan yarar ummaya dayalı olmaktadır. Münafıkların reisi konumunda bulunan Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selül yukarıda anlattığımız olayı söz konusu yaparak etrafındakilere: "Gördünüz mü şunların yaptıklarını? Yurdumuzda bize üstünlük kurdular, bizi tanımadılar. Vallahi halimiz başka değil, öncekilerin dedikleri gibi "Besle kargayı oysun gözünü." Eğer Medine'ye dönersek, daha izzetli olan zelil olanı oradan çıkaracaktır. Ama bu duruma siz sebep oldunuz. Yurdunuzu onlara verdiniz, mallarınızı onlarla bölüştünüz. Vallahi eğer siz elinizdekini onlara bölüştünüz. Vallahi eğer siz elinizdekini onlara vermeseydiniz, onlar mutlaka başka yerlere çekip giderlerdi." diyerek hak ve adalet gözetmeksizin kaba bir ırk taassubunu canlandırmaya çalışan bir çağrıda bulundu. Onu dinleyenler içinde bulunan genç Zeyd b. Erkam hemen cevap verme gereği duydu: "Kavmi içinde zelil olan sensin! Muhammed (a.s.)'i aziz kılan Allah'tır." diye konuştu. Anında sözlerinden çark edebilen karakter yapısına sahip olan münafık başı: "seni sevmeyeceğim" tehdidinde bulunduktan sonra: "Ben şaka yapmıştım" diyerek sıkışacağını anlar anlamaz sözünden dönme eğilimi gösterdi.
Zeyd olayı amcasına, o da Rasûlullah'a söyledi. Rasûlullah (a.s)'da olayı ayrıntılarıyla öğrenmek istedi. Zeyd'le konuştu. Haberin Rasûlullah'a ulaştığını öğrenen Ubey, Peygamber (a.s.)'e gelerek Zeyd'in söylediklerinin yalan olduğunu yemin billâh ederek yalanlamaya çalıştı. Olayı öğrenen Hz. Ömer, Ubey'in öldürülmesini isteyince Rasûlullah: "Ey Ömer, işin iç yüzünü bilmeyenler, Muhammed arkadaşlarını öldürüyor diye konuşur!" diyerek izin vermedi. Olaylar ve konuşulanlar huzursuzluk meydana getirmişti. Fitne ateşini tutuşturacak olanlar olabilirdi. Rasûlullah (a.s) olaya teşhisini koymuş hemen tedaviye girişmiştir. Hiç âdeti olmadığı halde tedaviye girişmiştir. Hiç âdeti olmadığı halde Rasûlullah, öğle sıcağında orduya yürü emri vererek Medine'nin yolunu tuttu. Bu, ordunun meşguliyetten başını kaldırıp da tatsız olayları ve sözleri gündemlerine almamalarını sağladı. Bunun o anda alınabilecek en mükemmel idari tedbir olduğunu söyleyebiliriz. Bundan da müslümanların aralarındaki anlaşmazlığı körüklemek yerine soğutmaya çalışmaları gerektiği sonucunu çıkarabiliriz.
Yolculuğa gece ve ertesi günün sıcağına kadar devam edildi. Nihayet güneş iyice kızdırınca yürüyüşe ara verildi. Yorgunluktan baygın hale gelen ashap hemen derin bir uykuya daldı. Uyandıklarında ruhlarının ve sinirlerin dinlenmiş olması sebebiyle gerginliğin olmadığı bir sükûnet içinde buldular kendilerini. Rasûlullah (a.s.)'ın sözleri, elde edilen zafer ve ganimetler, indirilen ayetler müslümanların kardeşliğini perçinledi.
Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selül'ün kendisini yalanlamasını ve bazılarının: "Zeyd yanılmış olabilir ve sözü yanlış anlamış olabilir" demesini içine sindiremeyen Zeyd'in, doğru söylediğini bildiren ayetler nazil oldu:
"Onlar: 'Allah'ın Peygamberinin yanında bulunanlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler' diyen kimselerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır, fakat münafıklar anlamazlar. Diyorlar ki: "Eğer Medine'ye dönersek andolsun ki aziz olan zelil olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.' İzzet (üstünlük ve şeref) Allah'a, Peygamberine ve mü'minlere mahsustur, fakat münafıklar bilmezler." (63/7-8)
Münafığın foyası meydana çıkınca, münafıkların durumu tehlikeye düştü. Genç Zeyd b. Erkam ve mü'minler itibar kazanırken Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selül ve yandaşları zelil olmanın bütün duygularını tatmaya başladılar. Ubey bin Selül'ün Abdullah (r.a.) adında bir oğlu vardı. Hicretten önce samimi bir müslüman olmuştu. Rasûlullah'ın bütün savaşlarına katılmış, ona canı gönülden bağlı, ahlak ve faziletli bir sahabeydi. Olan hadiseleri ve sözleri duyduğunda hemen Rasûlullah'a gelerek: "Ya Rasûlullah, duyduğuma göre Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selül'ün öldürülmesine karar vermişsin. Bunu yapmak istiyorsan beni gönder de, onun kellesini sana getireyim. Allah'a yemin ederim ki, Hazrec kabilesi, babasına benden daha saygılı bir evlat bulunmadığını bilir. Korkarım sen, başkasını onu öldürürsem bir kâfir uğrunda mü'mini öldürmüş ve ateşe (cehenneme) yakalarım."
Böyle bir sadakati ancak kuvvetli bir iman sahibinden başkası gösteremez. İslam, Abdullah (r.a.) gibilerinin omzunda yükselmiştir ve yükselecektir. Asaletin sadakatin erişilmez örneğini bize gösteren şahsın bir münafığın oğlu olması şayani dikkattir. Nuh (a.s)'dan inkârcı bir evlat olabildiği gibi, Abdullah bin Ubey'den de halis müslüman bir evlat olabilmektedir.
Rasûlullah (s.a.v.), Abdullah (r.a.) münafıklara karşı takip edilen prensibi şöyle açıkladı: "Hayır, ona yumuşak davranacağız. O, bizimle bulunduğu sürece, biz onunla güzelce geçineceğiz."
Abdullah (r.a.) bu sefer babasının yanına gitti. Devesini çöktürdü. O'na: "İzzet ve kuvvetin Allah'a ve Rasulü'ne ait olduğunu söyleyinceye kadar seni yerinde kıpırdatmayacağım." dedi. Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selül: "Demek sen beni bu kadar insan içinde Medine'ye bırakmayacaksın." Abdullah (r.a): "Evet, bugün insanlar arasında en aziz ve en zelil kimdir, bunu sana öğretinceye kadar, bırakmayacağım. İzzet ve kuvvetin Allah'a ve Rasûlü'ne ait olduğunu itiraf etmezsen boynunu uçuracağım" dedi. Babası: "Yazıklar olsun sana! Gerçekten sen bu dediğini yapacak mısın? diyerek sitem bildirmeye devam etti. Abdullah'ın (r.a.) kararlılığı karşısında ne yapacağını şaşıran Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selül, çaresiz şunları söylemek zorunda kaldı: "Ben şehadet ederim ki, izzet ve kuvvet Allah'a, Rasûlüne ve müslümanlara aittir."
Daha Medine'ye gelmeden sözlerinden ve tehditlerinden dönmek zorunda kalan Abdullah İbn-i Ubey İbni Selül ve münafıkların halleri Münafikun suresiyle deşifre edilmiştir. Böylece Ubey bütün itibarını yitirmiş de oldu. Bu gelişmeler üzerine Hz. Peygamber onu niçin öldürtmediğinin hikmetini Hz. Ömer'e (r.a.) şöyle açıklamıştır: "Ya Ömer, eğer onu öldüreyim dediğin gün öldürtseydim, o gün onun için başkaldıracaklara bu gün emretsem onu hemen öldürürler."
Bundan, halk arasında belli bir yeri olan insanların hatası belirginleşmeden cezalandırılması halinde kahraman olmalarına sebebiyet vereceği sonucunu çıkarabiliriz. Bazı insanlara gereğinden fazla tepki göstermek ve onları dikkate almak yarar sağlamamaktadır. Onları yok saymak daha iyi olmaktadır. Vakarlı bir duruş göstermek, sonuç bakımından en yararlı davranış olmaktadır.
Bugün de ihtiyacımız telaşa ve ümitsizliğe kapılmaksızın duruşumuzu sağlamlaştırmaktır. Kâfirler ve münafıklar istemese de Allah'ın nurunu tamamlayacağına inanmaktır. Olumsuzluk gibi görünen şeylerin hayra tebdilini ümit etmektir.
Yorum Ekle
Arkadaşına Gönder
Yazdır
Yukarı
Tel : 0 312 229 54 06 - 229 55 06 | Haber Yazılımı: CM Bilişim