Adil BÜYÜKÇOLAK / Yazar

    12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
    Adil BÜYÜKÇOLAK / Yazar

    MÜSLÜMAN'A REVA GÖRÜLEN

    06 Temmuz 2017 Perşembe 14:30

    İlahi emir gereği kendisine bildirileni bütün insanlığa bildirmek ve duyurmak görevini yerine getirmek için çaba harcayan Rasûlullah (as) etrafa elçiler göndermişti. Bu elçilerden Haris b. Umery el-Ezdi'yi Busra hükümdarına bir mektup götürmesi için görevlendirmişti. Mûte'den (Şam bölgesinde bir yerin ismi) geçerken Bizans Kayzeri'nin komutanlarından Şurahbil b. Amr Gassanî ile karşılanan Haris b. Umeyr, elçilik sıfatı bilinmesine rağmen şehit edilmişti. Elçiye zulmetmek hiçbir kavmin kabul etmediği ve edemeyeceği bir insanlık geleneği iken, Müslüman elçinin bu muameleyi görmesi, Müslüman’a yapılan zulümleri o gün de bugün de mubah gören kâfir zihniyetin, Müslüman’a reva gördüğü muameleyi göstermesi açısından önemlidir. O gün Mute'de bir elçinin kanı kolayca dökülüverirken, bugün Keşmir'de Filistin'de, Bosna'da, Çeçenistan'da daha nice yerlerde dünyanın gözü önünde oluk, oluk Müslüman kanı akıtılmaktadır. Kâfirler kendilerinden bir kişinin burnu kanasa bunun hesabını sormak için ülkeler işgal edebiliyorken, akan Müslüman kanı olunca açıktan sevinmeseler bile için için kan akıtan zalimlerle beraber olduklarını insaflı olan her insan kolaylıkla sezebilir. Müslümanlar o gün de bugün de kâfirlerin insana değil, hiçbir varlığa yapılamayacak muamelelerine maruz kalmaya devam etmektedir. Dün Mûte'de onbinleri aşan küfür ordusuna karşı bir haksızlığın savaşını veren bir avuç ashap, bugün dünyanın en güçlü ordusu Kızı orduya karşı yine bir haksızlığı ortadan kaldırmaya çalışan bir avuç Çeçen savaşçının mücadelesindeki benzerliği görmek lazımdır.

    Hani elçilerin dokunulmazlığı vardı, elçiye zeval olmazdı? Hiç kimseye olmayan Müslüman'a oluyordu. Peki, ne yapmalı ve nasıl cevap vermeliydi? Buna Allah Rasûlü şöyle bir ilke getiriyordu: "Bir Müslüman, bir haksızlık gördüğü zaman onu gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin, eliyle düzeltmeye gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin, ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle haksızlığı yapana buğz etsin, bu ise imanın en zayıfıdır." mealindeki hadis Müslüman’ın haksızlıklara karşı tavrının nasıl olacağını ortaya koyuyor.

    Müslümanların o gün için Bizans'ı ve onun uydularını alt etmeleri mümkün görünmüyordu, fakat yapılan bu ağır haksızlığın karşılıksız kalmaması da gerekiyordu. Durum istişare edildi ve Şurahbil'e hak ettiği dersin verilmesi kararı çıktı.

    Üç bin kişilik bir ordu toplandı. Komutanlığa Zeyd b. Haris (Rasûlullah'ın azatlı kölesi ve evlatlığı) getirildi. Rasûlullah'ın şu talimatı ise ordu komutanlarının akıbetini haber verici nitelikteydi: "Eğer Zeyd şehit olursa, komutan Cafer b. Ebi Talib'tir, Cafer de şehit olursa Abdullah b. Revaha'dır. Abdullah da şehit olursa artık Müslümanlar içlerinden birini komutan olarak belirlersin". Rasûlullah seferin güçlüklerini bildiği için bu talimatı verdi. Bütün güçlüğüne rağmen böyle bir seferi düzenleminin gerekçesi, Müslümların zulüm karşısında feda edemeyecekleri hiçbir şeyleri olmadığını göstermekti. Haksızlık karşısında ölmek de dâhil hiçbir şey Müslüman için kayıp değildi. Rasûlullah, bu zor seferin sonunda bir daha göremeyeceği ve çok sevdiği Zeyd'i, Cafer'i ve Abdullah'ı sanki biraz daha görebilmek için Seniyyetü'l Veda denilen geçite kadar uğurluyordu.

    Müslümanlar ilk defa bu büyüklükte bir orduya Medine'den çıkarıyordu. Ve yine ilk defa zamanın en büyük devletlerinden Bizans'ın bir uydu emirliği ile savaşılacaktı. Mûte savaşını sadece öç alma gayretine de bağlamamak gerekir. Bu, İslam'ın tebliğ edilmesinin vasıtası olarak da görülmelidir. Çünkü Rasûlullah (a.s) sefere çıkardığı ordulara şu genel ilkeleri her zaman hatırlıyordu: "Allah yolunda Allah ismi ile kâfirlerle savaşın. Antlaşma ve sözlerine aykırı davranmayın. Ganimet mallarına hıyanette bulunmayın. Çocukları, kadınları, ihtiyarları vurmayın. Hurmalıkları tahrip etmeyin, ağaçları kesmeyin, evleri yıkmayın."

    Şurahbil, Müslümanların hareketini haber almış, Rum Kayzeri'nden yardım istemişti. Kayzer'in İran seferinden dönen 100 bin kişilik ordusu yakınlarında idi. Bir rivayete göre Şurahbil'in kendisi de 100 bin kişilik bir ordu teşkil etmiş, kardeşi Süddüs b. Amr'ı hem asker toplamakla görevlendirmiş, hem de Müslümanların hareketini izlemek üzere öncü keşif kuvveti olmakla vazifelendirmişti, ancak Vadil Kura yakınlarında Müslümanlara karşılaşan Süddüs burada öldürüldü. Müslümanlar Maan (Muan) denilen yere geldiklerinde karşılarındaki muazzam kalabalık ve teçhizatlı orduyu görünce, ne yapacakları konusunda şaşırdılar. Dediler ki: "Durumu Rasûlullah'a bildirelim, ya bize yardım gönderir ya da bir emir verir biz de onu uygularız."

    Rasûlullah'ın şairi ve her seferinin yoldaşı, şehadet arzusunun esiri Abdullah b. Ravaha, kalkıp samimi iman ve belagat ile şöyle konuşunca: "Ey kavim! Şimdi kötü saydığınız şey için yola çıktınız, o da şehadeti istemektir. Biz düşmanla güç ve sayı çokluğu üzerine savaşmıyoruz. Biz Allah'ın bizi aziz kıldığı dinine dayanarak, bu güçle donanmış olarak savaşıyoruz. Haydi ileri! Ancak iki iyilikten biriyle karşılaşırız: Ya şehadet ya zafer" Bu sözlerden sonra Müslümanlar topyekûn savaş için kalktılar, tereddütleri, korkuları kalplerinden siliniverdi.

    Bu hâleti ruhiyeye giren bir topluluğa Allah'ın yardım etmesi ise mukadderdi. "Nice az topluluk, nice büyük kuvvetlere Allah'ın izni ile galip gelmiştir." (Bakara 249).

    Zeyd b. Haris, sancağı eline aldı düğüne gider gibi şiirler okuyarak savaşa tutuştu:

    "Sana yakın olmak ne güzel, ey cennet!

    Ne hoştur senin çiçeklerin, sendeki lezzet!

    Rumlar ki, işte şu bizim bildiğimiz millet,

    Kâfirlerin nesli kesilip soyu kurusun, Karşıma çıkanı vurup yıkmak, boynumun borcu olsun.

    Çok geçmeden Zeyd şehit düştü. Sancağı Cafer aldı. Kolları kesildi, sancağı yere düşürmedi. Şehit düştü. Kendinden önceki komutanların bir bir gözlerinin önünde şehit düştüğünü gören Abdullah, sancağı kaptı. Daha önce arkadaşlarına çektiği nutkun bir benzerini, gördüğü manzaralar karşısında ölümü istemeyebilecek olan nefsine şu dizelerle ifade etti.

    "Ey nefis! Gerek zorla gerek isteyerek gönlünü indirip itaat edeceksin

    Zaman uzadı, sen hâlâ tatmin olmuş değilsin.

    Kırba (ana rahmi) içinde sen bir tek damla değil miydin?

    Ey nefis! Bu savaşta ölmesen yine öleceksin

    Bu ölüm hamamına girdin, elbet terleyeceksin.

    İstediğin ve beklediğin fırsat işte sana verildi,

    O ikinin yaptığını yaparsan hidayet sana da erdi."

    Oda ilk iki arkadaşının yaptığını yaptı, şehadet mertebesine ulaştı. Müslümanlar başsız kaldı. Dağılma baş gösterdi. Ebu Yûsr Ensari sancağı seçilerek komutana verilmek üzere Sabit b. Erkam'a teslim etti. Kaçışı durdurmaya çalışan Halid b. Velid -ki daha yeni Müslüman olmuştu-: "Ey Müslümanlar kendi aranızdan birini seçin" deyince, seni seçiyoruz dediler. Halid buna itiraz edecek oldu, fakat Müslümanlar onun komutanlığında ısrar etti.

    Halid (r.a), Müslümanlara çektiği kılıçlara bedel olsun diye böyle bir savaşa gönüllü katılmıştı. Çok zor şartların kendisini beklediğinin farkında olarak komutanlığı kabul etti. Bayrak, eline bir ordunun yok edilmesi kaçınılmazmış gibi görünen bir durumda geçtiği halde o, Seyfullah (Allah'ın kılıcı) unvanını elde eden bir deha ve kahramanlıkla ordusunu kurtardı.

    Geceden istifadeyle ordu düzeninin yerlerini değiştirdi. Safları genişletti. Sabah gün ağarırken bağırarak ve gürültü çıkararak saldırı emrini verdi. Düşman ordusu Müslümanlara büyük miktarda yardım birlikleri geldiğini sandı. Müslümanların nasıl savaştıklarının bildikleri için savaşma hususunda tereddüt gösterdiler ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu durumdan yararlanan Halid  komutasındaki Müslümanlar, başarılı bir geri çekilmeyle savaşı sona erdirmiş oldular.

    Bu başarılı geri çekilme Medine ve civarda başarısızlık ve kaçış olarak değerlendirilmeye başlandı. Zafersiz ve semersiz dönüş yenilgi sayıldı. Rasûlullah'ın değil ama Medinelilerin bunu bir firar (kaçış) olarak değerlendirmesi mücahitlerin moralini bozmaya yetti. Bazıları bundan dolayı sokağa çıkmıyor ve cemaat namazlarına bile katılmıyorlardı. Rasûlullah (a.s) ise: "Bunlar furrar (kaçak) değil, kerrar (tekrar hamle yapıcı) dır inşaallah" diyordu. Hakikaten kısa süre sonra, başta Halid b. Velid ve bu savaşa katılan ashap Suriye ve civarının fethinin başkahramanları olmuşlardır.

    Bu savaşta şehit olanların ahirette elde ettikleri derecelere rağmen Rasûlullah'ın çok sevdiği kişiler olmaları bakımından Zeyd'in Abdullah'ın ve özellikle Cafer'in ölümlerine Rasûlullah çok üzüldü, onların yetimlerini ağlayarak sevdi. Nasıl üzülmezdi ki, Cafer İslam uğruna sürgüne gitmiş, eziyetler görmüş, birçok fedakârlık göstermişti. Habeşistan muhacirlerinin başkanlığını yapmış, Necaşi nezdinde İslam'ı temsil etmiş, İslam ve Rasûlullah'ı yiğitçe savunmuş, 15 yıl sürgünden daha yeni dönmüştü ki Mûte'de kahramanca şehit olmuş, sadık bir Müslüman, vefakâr bir akrabasıydı.

    Rasûlullah, Cafer'in şehadet haberini alınca onun evine gitti. Cafer'in hanımına, çocukları yanına getirmesini söyledi. Onları bir taraftan seviyor ve okşuyor bir taraftan ağlıyordu. Haberi alan Cafer'in hanımı ağlamaya başlayıp komşular toplanınca, evine gitmek üzere kalktı ve: "Cafer'in ailesini unutmayın, onlara yemek pişirin, onlar acı içindedirler." dedi. Yolda gördüğü Zeyd'in kızını teskin etmek için yanına varıp bir şeyler söylemek istediyse de söyleyemedi, ağladı, öyle ağlıyordu ki omuzları sarsıntısından titriyordu. Zeyd (r.a) ki Rasûlullah'ı babasına tercih etmişti.

    Abdullah (r.a) onun için ayrı bir kayıptı. O, kılıçtan keskin şiirleri söyleyen, İslam'ı şiiri ile yücelten Rasûlullah'ın şair arkadaşıydı. Müslümanlar, Rasûlullah'ın bu ağlayışlarına çok sık rastlamadıklarından hayretlerini ve şaşkınlıklarını gizlemeyip sordular. O da: "Bu gözyaşları dostluğun ve sevginin gözyaşıdır ve dostların yitirilmişliği içindir" dedi.

    Rasûlullah rüyasında şehitleri cennette görmüş, durumlarını ailelerine ve ashabına söylemişti. Savaşta iki kolu kopan Cafer'in adeta cennette kanatlanmış kuş gibi gezindiğini gördüğü için Cafer'e Tayyar ismini vererek o isimle anılmasını sağlamıştır.

    Yolda gördüğü Zeyd'in kızını teskin etmek için yanına varıp bir şeyler söyleme istediyse de söyleyemedi, ağladı, öyle ağlıyordu ki omuzları sarsıntısından titriyordu.

    Müslümanlar  her ne kadar şehitlerine üzülseler dahi onların akıbetlerini şu ayetten dolayı gayet açık ve net olarak bilmektedirler:

    "Sakın, Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, aksine onlar diridirler. Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. Onlar Allah'ın kendilerine verdiği nimetten dolayı sevinç içinde olup arkalarından henüz kendilerine katılmamış bulunanlar için de korku olmadığına ve onların da üzülmeyeceklerine sevinirler." (3/169-171) "Allah yolunda öldürülenlere, "ölüler" demeyin; hayır, onlar diridirler, ama siz farkında olmazsınız. Ant olsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmek gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele." (2/154-155).

     

    Bu yazı toplam 1359 defa okunmuştur.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
    Tüm Hakları Saklıdır © 2016 BADER Ankara | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0 312 229 54 06 - 229 55 06 | Haber Yazılımı: CM Bilişim