Adil BÜYÜKÇOLAK / Yazar

    12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
    Adil BÜYÜKÇOLAK / Yazar

    NEFRETİN MÜŞRİKÇESİ

    26 Şubat 2017 Pazar 20:10

    Müşriklerin ve kâfirlerin kalplerinin mü'minlere karşı kin ve nefretle ne kadar dolu olduğuna günümüzde ve tarihte şahit olmaktayız.

    Uhud yenilgisi azılı düşmanların uyanmasına, müslümanları gözlerine kestirmesine yol açtı. Beni Esed, Huveylid'in oğulları Seleme ve Tuleyhî'nin kışkırtmasıyla, yüreği dağlı Medine'yi savunmasız sanarak yağmalamaya hazırlandı. Yahudiler cüretkâr davranmaya başladı. Yenilgiden sonraki bu nazik anları başarıya çevirmek en zor işlerdendi. Rasûlullah (as) Medine'ye saldırmak isteyen Beni Esed kabilesinin saldırısını Medine'ye gelmeden kendi bölgelerinde bastırmak için, kendi sütkardeşi Ebu Seleme bin Abdu'l-Esed'i 150 kişilik bir birlikle gizlice harekete geçirdi. Geceleri tali yollardan ilerleyerek, gündüzleri sığınaklarda uyuyarak geçirmeleri ve diğer kabilelerden yardım alamadan, silah kuşanmaya fırsat vermeden düşmanın tepesine binmeleri emrini verdi. Emir aynen uygulandı. Düşman dağıldı. Çok miktarda ganimetle Medine'ye dönüldü. Uhud sonrası ilk zafer olan bu hareket, Arap kabileleri arasında etkili oldu. Müslümanlar bununla dostları için güven kaynağı olduklarını düşmanları için kolay lokma olmadıkları mesajını dosta-düşmana göstermiş oldular. İslam'ın kahramanlarından Ebu Seleme Uhud'da aldığı yaranın açılması sebebiyle, seferden kısa süre sonra şehadet mertebesine ulaştı.

    Bir başka müşrik Halid b. Sufyan el-Hüzeli müslümanlarla savaşmak için kuvvet toplamaya ve propaganda yapmaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) Abdullah b. Uneys’i gönderdi. Abdullah onun Medine'ye hücum etmek için hazırlık yaptığını ve kabileleri tahrik ettiğini gördü. Kendisinin de ona katılmaya geldiğini söyledi ve ona niyetini ikrar ettirdi. Sonra bir fırsatını bulup işini bitirdi.

    Huzeyl kabilesi, Sufyan'ın intikamını almak için alçakça bir komplo hazırladı. Adel ve Kare kabilelerinden bir heyet gelerek, kendilerine Kur'an ve din hükümlerini öğretecek bir grup sahabe istediler. Rasûlullah (a.s), Mersed bin Ebi Mersed, Halid bin Bükeyr, Asım bin Sabit gibi altı (bir başka rivayete göre on) sahabeyi onlara gönderdi. Davetçiler Usfan ile Mekke arasında bir yere kadar yürüdüler. Onların bu mevkiye girdiği haberi Huzeyl kabilesinden Lihyan oğulları denilen bir oymağa bildirildi. Kendilerine ihanet edildiğini anlayan Müslüman davetçiler bir tepeye sığındılar. Yüz okçu ile etrafları sarıldı. Onlara: "Eğer yanımıza inerseniz hiçbirinizi öldürmeyeceğimize dair size kesin söz veriyoruz" diye bağırdılar. İslam davetçilerinin reisi Asım bin Sabit: "Ben bir kâfirin zimmetine güvenip de asla aşağı inmem. Allah'ım! Peygamberini durumumuzdan haberdar et" diye dua etti. Bunun üzerine savaşmaya başladılar. Asım b. Sabit'in de aralarında bulunduğu sahabeler atılan oklar sebebiyle şehit düştüler. Geriye kalan Hubeyb bin Adiyy, Zeyd b. Dessine ve Abdullah b. Tarık'a öldürülmeyeceklerine dair kesin söz verdiler. Bunun üzerine onlarda oradan indiler, teslim oldular. Hüzeyliler, onları parayla satmak için Mekke'ye götürmek üzere ellerini ve ayaklarını bağlamaya başlayınca Abdullah: "İşte ahde vefasızlığın, verilen sözü tutmamanın bir başlangıcı bu" diyerek kaçmaya ve onlara direnmeye çalışması şehit olmasıyla sonuçlandı. Onların Mekkelilere satılması demek onlar için ölüm demekti. Bu sahabeler hem Bedir'e hem de Uhud'a katılmışlardı. Hubebyb ve Zeyd'i öldürüp eski intikamlarını almak için, Mekkeliler onları satın aldılar. Zeyd'i babasına karşılık öldürmek niyetiyle Safvan b. Ümeyye satın aldı. Öldürmek için onu Harem'den dışarı çıkardıklarında Ebu Sufyan sordu: "Ey Zeyd Allah aşkına doğru söyle! Şimdi yanımızda, senin yerine Muhammed'in boynunu vurmamızı, senin ise ailenin yanında sağ salim yaşamanı arzu etmez miydin?" O da: "Vallahi, ben ailem içinde sağ salim oturup da, Muhammed Aleyhisselam'ın değil benim yerimde olmasını, hatta onun bulunduğu yerde bile bir dikenin ayağına batıp onu incitmesine gönlüm asla razı olmaz" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Sufyan: "Ben insanlardan, Muhammed'in ashabının Muhammed'i sevdiği gibi hiçbir insanın bir başkasını sevdiğini görmedim" dedi.

    Hubeyb'i ise babasının yerine öldürülmek için Ukbe b. Haris satın aldı. Hubeyb öldürüleceği güne kadar onların yanında esir kaldı. Öldürülmesine karar verdiklerinde, onlardan tıraş olmak için ustura istedi. Ustura istenen kadın olayı şöyle anlatıyor: "Ben dikkatsizce davranarak çocuğa usturayı verip onun yanına gönderdim. Çocuk onun yanına girip usturayı verdi. O da çocuğu alıp dizine oturttu. Ben bu durumu görünce feryat ettim. Elinde ustura olduğu halde benim bu feryadımı anlayınca: "Çocuğu öldüreceğimden mi korkuyorsun? İnşallah ben böyle bir şeyi asla yapmam" dedi. Aynı kadın "Ben Hubeyb'den daha hayırlı bir esir görmedim" der.

    Müşrikler Hubeyb'i öldürmek için, Harem'den dışarı çıkardıklarında: "Beni bırakınız da iki rekât namaz kılayım" dedi. Namazı bitirdiğinde yanına gelenlere: "Eğer namazı ölümden korkarak uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, namazı uzatır ve çoğaltırdım” dedi. İdamdan önce iki rekât namaz kılmayı ilk önce adet ve sünnet edinen kişi Hubeyb bin Adiyy olmuştur. Hubeyb şehadetinden önce şu şiiri okudu.

    "Müslüman olarak öldürülecek olunca,

    Vurulup hangi yanım üzere düşersem düşeyim.

    Vallahi aldırmam artık hiçbir şeye,

    Çünkü bunların hepsi o İlahi Zat'ın uğrunadır.

    Şu dağılıp tarumar olan cismimi,

    Eğer dilerse O, Kurtuluşa erdirir."

    Ukbe bin Haris kalkıp, Hubeyb'in yanına gitti ve onu şehit etti.

    Mekkeliler eğlenerek ve işkenceyle iki müslümanı şehit etmelerine karşılık Allah, şehitler hakkındaki hükmü şöyle beyan etmektedir.

    "Allah yolunda öldürülmüş olanlara "ölüler" demeyin. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz" (2/154)

    "Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Aksine onlar diridirler, Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. Onlar Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerden dolayı sevinç içinde olup, arkalarından henüz kendilerine katılmamış bulunanlar içinde korku olmadığına ve onların da üzülmeyeceklerine sevinirler." (3/169-170)

    Müslümanlar Asım ve arkadaşlarının kaybına ve esirlerin feci şekilde öldürülmelerine çok üzüldüler. Ancak, İslam davası, daha nice davetçilerin canlarıyla ihya olmayı beklemektedir. Yılgınlık ve pes etme müslümana yakışan bir tavır değildir.

    İğrenç Reci' olayından kısa süre sonra yürekli ve etkin biri olan Ebu’l Bera Amir bin Malik Medine'ye geldi. Rasûlullah onu İslâm'a davet etti. O İslam'ı kabul etmedi, fakat: "Eğer dostlarını Necd'e gönderirsen onların İslâm'ı kabul edeceklerini sanıyorum. Temsilcilerinin hayatından endişe ediyorsan onları ben korurum" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s) Munzir bin Amr başkanlığında 70 kadar güzide sahabeyi gönderdi. Bir önceki ağır zararlara rağmen Resûlullah'ın bu teklife olumlu yaklaşmasının en önemli sebebi ne kadar zayiat verilirse verilsin İslâm'ın tebliği her şeyden önemlidir. Çünkü Allah Rasûlü’nün görevi tebliğdir. Müslümanların da bu tebliğe katkıları kıyamete kadar sürecektir. Bu olaylar zorluklardan yılmamak gerektiğinin bizzat hayatla öğretilmesini sağlamaktadır. Her türlü ihtimale karşı Rasûlullah (a.s) ve Müslümanlar tebliğ için zorlukları bahane göstermemişler, bugünün Müslümanlarına örnek olmuşlardır. Bu yolda şehit olan Müslümanlar, İslâm'ı tebliğe ölümüne sevdalı olmanın göstergesi ve delili olarak karşımızda durmaktadırlar.

    Davetçiler "Bir’u Maûne" denilen yere geldiler. Seçkin Müslümanlardan oluşan bu insanlar tebliğ görevlerini yerine getirmek ve müslümanca bir hayat mücadelesi vermek için oradaydılar. İçlerinden Haram bin Milhan'ı Rasûlullah'ın mektubunu vermesi için Amir bin Tufeyl'e elçi olarak gönderdiler. Haram bin Milhan, Amir bin Tufeyl'in yanına gelince, Amir mektubu dahi okumadan Haram bin Milhan'a saldırdı ve onu şehit etti.

    Amir bin Tufeyl, diğer davetçileri de ortadan kaldırmak için Amir oğullarını yardıma çağırdı. Onlar bu teklifi Ebu’l Bera Amir bin Malik'in taahhüdünü bozmayız diyerek reddettiler. Bunun üzerine Amir bin Tufeyl, Süleym kabilesinden yardım istedi. Süleym kabilesiyle Müslüman davetçilere saldırdılar. Müslümanlar yiğitçe savunmaya geçtiler ve biri dışında hepsi şehit oldu. Ayrıca Amr bin Umeyye ed-Damri ve bir arkadaşı gruptan ayrı oldukları, olay yerine sonradan geldikleri için arkadaşlarının tamamının kanlar içindeki durumunu gördüler. Amr durumu Rasûlullah'a duyurmak için Medine'ye dönmeyi teklif ederken, arkadaşı özellikle bir arkadaşının öldürülüşünü kendisine yediremeyeceğini ve bu haberi insanlara anlatamayacağını söyleyerek katillerin üzerine saldırdı ve şehit oluncaya kadar savaştı. Amr esir edildi. Sonra hainlerin başı Amir b. Tufeyl onun Mudar kabilesinden olduğunu öğrenince serbest bıraktı. Bu hadiseler İslâm düşmanlarının nereden ve nasıl saldıracaklarını kestirmenin zorluğuna işaret etmektedir. Sanki İslâm'a ve Müslümanlara karşı her türlü saldırı, hile ve ihanet serbesttir. Müslümanlara isteyen istediği gibi eza edecek güçte ise bu hoş görülmelidir. Anlaşma, sözleşme, ahitleşme ve hukuk önemli değildir, istediğinizi yapabilirsiniz anlayışını ortaya koymaktadır.

    Bu hukuksuzluğa isyan eden Amr Medine'ye dönerken yolda iki adamı Beni Amir'den zannederek intikam almak için öldürmüştür. Sonra onların Beni Kilab'tan ve Rasûlullah'tan eman alan kişiler olduğunu öğrendi. Rasûlullah(a.s) bu yanlışlığı düzeltmek ve diyetlerini vermek için Medine anayasasına bağlı olanları göreve çağırdı. Müslümanlar diyete gönülden katkı yaparken, anlaşmalı Yahudi kabilesi (Beni Nadir) tarafından diyete katkı yapmamanın ötesinde Rasûlullah'a suikast yapmanın ortamı ve gerekçesi sayıldı. (Bu konuya daha sonraki sayılarda değinilecektir)

    Rasûlullah(s.a.v) arkadaşlarının bu şekilde şehit edilmesi olayına son derece üzüldü. Bir ay süresince sabah namazında Süleym kabilesinden Ri'l, Zekvan, Beni Lihyan ve Usayye oymaklarına bedduada bulundu.

    Reci' ve Bi'r-i Maûne faciaları olarak tarihe geçen bu hadiseler gösteriyor ki İslâm'a davet Müslümanların müşterek sorumluluğundadır. Bu sorumluluk her ne pahasına olursa olsun yılmadan yerine getirilmelidir. İslâm'a davet ve onun ahkâmını insanlara öğretmek her müslümanın üzerine düşen bir vazifedir. Bu sorumluluktan kaçmak müslümana yakışmaz. Davetin ve tebliğin önemine binaen Rasûlullah, güzide arkadaşlarını kısa süre önce bir benzeri meydana gelmiş faciaya rağmen vazifelendirmiştir. Vazife şuurunun endişelerin önünde olması gerektiğinin en güzel kanıtını bize bu olaylar göstermektedir. Tehlikeyi ve endişeyi görev ve sorumluluklarının önüne geçirenlerin, başarılı olması düşünülemez. Başarı ancak bu gibi tehlikelere girmekle ve bu tehlikelerin sonucuna razı olmakla mümkündür.

    Müslümanlar bu dönemde büyük acılar, musibetler, zayiatlar yaşamalarına rağmen, imanlarının gücü onların dayanıklı ve kararlı olmalarını sağladı. Münafıklar ve düşmanlar kendilerini iyice açığa verdiler. Her şeye rağmen mü'minler geleceğe ümitle bakmayı bildiler, yılmadılar direndiler ve kazandılar. Kendilerine yöneltilen her darbeye misliyle cevap verdiler. İman bu yürekliliği sağlamıyorsa, onun üzerinde düşünmek gerekir.

    Müşriklerin ve kâfirlerin kalplerinin Müslümanlara karşı kin ve öfkeyle dolu olduğunu onların hıyanet ve zulümlerinden rahatlıkla anlayabilirsiniz. Onlara göre müslümana zulmetmekte bir sakınca yoktur. Kâfirin imanı olmadığı gibi emanı da yoktur.

    Hubeyb (r.a) ölümü beklerken eline geçen fırsatı intikam almak veya kurtulmak için kullanmaması ile onu oraya düşüren anlayışı karşılaştırmak sanırım yerinde olacaktır. Hubeyb İslam terbiyesinin, onu zulüm ve düşmanlıkla öldürmeye çalışanlar küfrün ürünüdür. Aynı coğrafyada yetişmiş bu iki insan tipinden hangisi olmak isterdiniz. İslâm'ın insan tabiatına yaptığı müdahaleyi hem Hubeyb de hem de kendimizde fark etmemiz lazım.

    Zeyd'in Ebu Sufyan'a verdiği cevabı düşündüğümüzde Rasûlullah'a sevgisinin nasıl olduğunu ve Rasûlullah sevgisinin nasıl olması gerektiğini anlarız. Bu sevgi her türlü fedakârlığı yapmayı ve her türlü zorluğa katlanmayı göstermesi açısından önemlidir. Rasûlullah'a bu gibi bir sevgi olmadan, imandan söz edilemez. Çünkü Allah Rasûl'ü "Hiçbiriniz ben ona ana-babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça gerçekten iman etmiş olmaz" buyurmuştur.

    Esirliğe rağmen inanç ve ahlakından vazgeçmeden vakarlı ve onurlu bir tavır sergilemenin de mü'minin şiarından olduğunu, bu olaylar bize öğretmektedir. Bu konuda son söz olarak Allah:

    “Bize yollarımızı gösteren Allah’a niye güvenmeyelim? Bize eziyet etmenize elbette katlanacağız. Güvenecek olanlar Allah’a güvensinler.” (14/12) dememizi buyurmaktadır.

     

    Bu yazı toplam 1034 defa okunmuştur.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
    Tüm Hakları Saklıdır © 2016 BADER Ankara | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0 312 229 54 06 - 229 55 06 | Haber Yazılımı: CM Bilişim