- 21:28 - BADER Olarak Etimesgut Belediye Başkanı Sayın Enver DEMİREL'in Misafiri Olduk
- 13:44 - 5.Olağan Genel Kurul Çağrısı
- 08:48 - İstişare ve Tanışma Programımızı Gerçekleştirdik
- 08:50 - Ankara Valiliğine Vasip ŞAHİN atandı.
- 16:11 - Kabakçı Konağı Ekim Ayı Söyleşisini Gerçekleştirdik.
- 08:44 - BADER Olarak Ziyaretlerimize Devam Ediyoruz.
- 09:42 - Acımız Büyük
- 23:38 - Hacı Bayram Veli Hazretlerinin Manevi Gölgesinde Bir Sosyal Bilimler Üniversitesi
- 23:13 - Zabıta Teşkilatı 192 Yaşında…
- 16:09 - ABD Menşeili Markalara İzin Yok
- 09:30 - 15 Temmuz Platformu Üyesi Olarak Basın Açıklamasına katıldık.
- 09:24 - 13. Çubuk Kültür ve Turşu Festivali İstişare Toplantısı
- 09:18 - Döviz ve Altınlarımız Bozduruyoruz
- 09:14 - TRT'ye Ziyaret
- 16:01 - Sincan Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda Basın Açıklaması Yapıldı
Zehra Ali YILMAZ





Yazmak Benim Neyim Olur?
Kurşun kalem kullanmayı, yazıp çizdiklerimi kurşun kalemle yazıp çizmeyi hep çok sevdim. Yazmayı, sonra silmeyi ve defâatle bu eylemi yaşayıp daima en doğru, en güzel, en zarif olana ulaşmayı arzu ettim.
Düşünüyorum da insanın kimi satırları silebilmesi ve yerine yeniden bir yenisini yazabilmesi ne büyük bir nîmet. Tıpkı dönüşü olan bilet gibi… Yolcu yoruluyor, yolda ayak izleri kalıyor mutlaka; fakat hatayı fark etmek ve düzeltmek için gayret göstermek de en büyük erdemlerden olsa gerek.
Lâkin yazı yazmaya başladığımda hatın anacığımın ve rahmetli büyükbabacığımın bana verdikleri ilk tâlim silgi kullanımıydı. Her ikisi de çok zorda kalmadıkça silgi kullanmamam gerektiğini söylerdi. Rahmetli büyükbabam, ‘Silgi kullanmak mârifet değildir kızım. Her yanlış, sen sildiğini sansan da iz bırakır. Ve zamanla defterin kirlenir. Defter bir duraktır. Asıl menzil olan gönüller, kirlenir. Her ne diyeceksen aklınla ve kalbinle düşün, sonra yüreğinde mayalandır ve öylece deyiver. Kalem veballi bir iştir. Aman dikkat!’ diye öğütlerdi. Nûr içinde uyuyasın büyükbabam. Öğrettiğin ve tâlim ettirdiğin hiçbir şeyi unutmadım.
Benim için ne acı ki tam da şu an yazımı bilgisayarımın tuşlarından yararlanarak yazıyorum. Oysa anacığımın ak tülbendi gibi sayfaları kar beyazı defterime yine kurşun kalemimle yazmayı arzu ederdim. Ne yazık ki hemen çoğumuz gibi hiçbir şey için yeteri kadar vaktimiz yok. Bir an evvel yazımı tamamlamam gerekiyor. Görünen o ki koşa koşa yaşıyoruz. Kan ter içinde kısa, kesik cümleler kuruyoruz ve kendi nefsim için söylüyorum hiçbir şeyin hakkını veremiyorum. Oysa ben değil miydim, yıllar evvel hak arama değil, hâlimi anlatmak üzere kelâma ve kaleme sarılan?
O yılları hatırlıyorum da her şey örtünmemle başlamıştı. ‘Küçük bir kız çocuğu örtünmez.’ diyerek saçımı açmak için uğraşanlar, ikna konuşmaları ve kararımda kat’i olduğuma kânî olunca tecrit uygulamaları. Sonu hiç gelmeyecek gibi duran aşağılamalar. Dört duvar arasında bir yaşam… Hâlbuki örtünmek benim için çocukça bir heves ya da arayış değil, tam da irâdî bir tercihti. Bunu görebilmiş olsalardı uyguladıkları baskının bana ziyâdesiyle direnç kazandırdığını anlarlardı.
Söz konusu baskılar karşısında verebileceğim üç tepki vardı; ya ben de kabalaşacak hatta saldıracaktım ki bu asil bir insana asla yakışmazdı ya da kabuğuma çekilecek, sinecek ve zamanla görünmez bir varlık olarak son günümü bekleyecektim ki bu tepki irâde sahibi bir insanın tavrı asla olamaz, belki bu sebepten yazacaktım…
Derdimi, kederimi, sevincimi, sevgimi, umutlarımı, hayallerimi, dileğimi, hâsılı kendimi kâğıda dökecektim… Niyetim ve murâdım kendimi anlatmak mıydı? Hâşâ! Hayâ ederim bundan. Niyetim evvela iki gönül arasında köprü kurmak sonra da o köprüde kederi paylaşmak ve azaltmak, sevinci paylaşmak ve çoğaltmaktı.
O yıllarda benim için kitaba ulaşmak şimdiki kadar kolay değildi - hoş gerçi bugün için de çok kolay olduğu söylenemez belki bu sebepten kaleme ve kitaba karşı büyük bir zaafım vardır - arkadaşlarımdan ödünç kitap alır iki ya da üç gün içerisinde okur, notlar çıkartır ve kitapları hiç incitmeden sahibine teslim ederdim. Bu hızlı okumalar, en kısa sürede verimli kitap okuyabilmek için geliştirdiğim teknikler ileriki yıllarda hızlı okuma dersleri vermeme hatta bu içerikte kitap yazmama vesile olmuştur. Hatta sınıf arkadaşlarımdan biri hâlime acımış olmalı ki elinde kitapla gelmiş ve ‘Zehra, sen okumayı çok seviyorsun. Bu kitabı sana hediye ediyorum.’ Demişti. Çok duygulanmıştım. Bana ait ilk kitaptı. Edebî ilk kitap. Bir roman kitabı. Hafızam yanıltmıyorsa otuz yıla yakın gözüm gibi koruyup sakladığım, müellifi ile yıllar sonra müşerref olduğum bir kitap. O kitabı aldıktan birkaç gün sonra acaba bu kitabın yazarı ile tanışabilir miyim? Kimdir, nerede yaşar, yazarlar ne yer, ne içer, nasıl konuşur, nasıl yürür, nasıl uyur, nasıl yazar? Allah’ım, sonu gelmeyen sorular sorup durmuştum arkadaşıma. Kitabı o hediye etti diye sanki yazarının da hayatına hâkimmiş gibi bir hisse kapılmıştım. Zavallı kızcağız, kendince genel cümleler kuruyor, kurarken de bana yeterli bilgi verememenin üzüntüsüyle boncuk boncuk terliyordu…
Öte yandan yazı hayatımın kısa küçük notlarından keskin bir dönemeçle yokuşa yollanmamda annemin tesiri vardır. Günün birinde, hocamızın kalemimi geliştirebilmem için okumamı önerdiği bir kitap olduğunu anneme söylediğimde - ki kendisi ilim ve irfân sahibi muazzam bir Anadolu Anasıdır - ‘Derslerine nasıl bir faydası olacak?’ diye sordu. Ben de ders notlarıma doğrudan bir katkısı olmayacağını, kendimi geliştirmem için gerektiğini söyleyince, ‘Otur ve kendi kitabını kendin yaz o halde!’ dedi. Annem gibi kalemi ve kitabı kutsal sayan bir hanımefendinin bu kelâmında bir hikmet olmalı mutlaka. Ve ben hakikaten annemin dediğini yaptım. Hikâye ve masal okuyabilmek için oturdum evvela yazdım.
Yazılarımı, yayımlanmadan evvel okuyanlardan biri de lise yıllarımdan Mehmet Hocamdı. Harika bir insandı. Çok derin bir edebiyat bilgisine ve sanat zevkine sahipti. Hayatta ise Allah selâmet ihsân eylesin, Hakk’a yürüdüyse Rabbim rahmeti ile muamele eylesin. Hocamıza, bir sohbetimizde sanatçıların, şairlerin ve yazarların bir araya geldiği, oturup hasbihal ettiği, onları bir arada görüp sohbet edebileceğim bir yer olmalı ‘Böyle bir yer var mı?’ diye sorduğumda ‘Aslında sana göre bir yer var, Türkiye Yazarlar Birliği, fakat Ankara’da’ dedi. Ben Adana’da, Çoban Dede’nin, Karac’oğlan’ın, Dadaloğlu’nun, Muzaffer İzgi’nin, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in, Barış Manço’nun, Ali Şen’in, Şener Şen’in adını sayamadığım nice yıldızın Adanasından kalkıp Ankara’ya, Allah dostu, gönüller mimarı, Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin topraklarına, Ankara’ya, koskoca Anadolu’ya kucak açmış koca yürekli insanların diyarına kalkıp gidecektim. Öyle mi? Doğrusu dünya pek küçük ve bu da olmayacak bir iş değildi.
Edebiyat hocam ile sohbetimizin üzerinden çok değil üç yıl geçtikten sonra üniversite öğrenimim için Ankara’ya geldim. Ankara’daki günlerim durmak bilmez bir koşturmaca içindeydi. Gündüzlerim Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, üniversitelerin programları, sivil toplum kuruluşları derken her ne kadar konferans, etkinlik varsa katılmak ve notlar almakla, gecelerim ise kitap okumak ve yazı yazmakla geçiyordu. İlginçtir onca sivil toplum kuruluşuna giderken ilk birkaç yıl Türkiye Yazarlar Birliği’ne gitmedim. Sanırım psikolojik bir sınırlandırma. Makalelerinden, kitaplarından tanıdığım büyüklerimin hayalimdeki ile gerçeği arasına girebilecek muhtemel dünyalıklar kalbimi ürpertmiş olmalı. Cesâretimi toplayıp gittiğimde tanıştığım ilk isim, yıllar evvel kitaplarından tanıyıp sevdiğim değerli hocamız İbrahim Ulvi YAVUZ oldular. Evet, yıllar evvel okuduğum, bana hediye edilen ilk roman kitabı İbrahim Ulvi Hocamızın kitabı olmuştu. Hayalimdeki İbrahim Ulvi’den gerçeği çok daha naif, zarif, kadife sesli, tatlı dilli, kibar örnek alınası bir abimizdi. İbrahim Ulvi Hocamızı tanımaktan onur duydum. Hatta Türkiye Yazarlar Birliği Ankara Şube’sinin iki dönem yönetiminde görev aldım. Bu vesile ile Mehmet DOĞAN Hocamızın sohbetlerinde de bulunma fırsatım oldu. Yönetim vazifemizde omuzlarımıza verilen sorumlulukta bize güvenen ve bizi yalnız bırakmayan tüm büyüklerime ve kardeşlerime şükranlarımı sunarım.
Her yeni gün okuduklarımı, öğrendiklerimi, işittiklerimi tazeledim, yerlerine yenilerini ekledim… Her doğan gün ne kadar eksik, noksan, yarım, az, yetersiz olduğumu gördüm. Her sabah, bir öncekine göre daha aç hissettim kendimi.
Uçsuz bucaksız, koskoca kâinatta zerre kadar küçücük olan Ey Zehra!
İsminin, ecdâdının, üstâdının, şu bereketli Anadolu topraklarının, tarihinin, dilinin, kelimelerinin; kâğıdın, kalemin, kelâmın hakkını teslim edebildin mi?
Hâşâ! Senin haddine mi hak teslimi… Sen ancak bu uğurda gayret edeceksin. ‘Yoruldum’ demeden çalışacaksın.
Bundan sebep yazı yazmayı ve yazı yazmanın inceliklerini yol arkadaşlarımla beraber öğrenmeyi, vatan borcu olarak gördüm.
Yazı yazmak benim için ne bir ziynet ne bir menfaat ne bir iç döküş ne bir şöhret aracı ne bir gövde gösterisi ne de meydan okuma olmuştur.
Yazı yazmak benim için sadece bir vazifedir. İçine, iğne ucu kadar bir dünyalık menfaatin karışmaması gereken, karışamayacağı kutsal bir vazife…
Öyle ki doksan beş yılından bugüne ‘ihyâ ve inşâ edici yazarlık’ ismi ile icrâ ettiğimiz programımızda çok şey öğrendim. Hemen her yaş grubundan ve hemen her meslekten dostlarımız oldu. Dil alışkanlığı ile sohbetlerimize ‘ders’ diyen dostlarımıza ‘Ders vermiyorum, istişâre ediyoruz, sohbet ediyoruz, beraber okuyup, beraber öğrenip, beraber yazıyoruz.’ dedim her defasında ki hakikat budur!
Nihâyet iki dönemdir Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Ankara Şubesi’nde ‘Yazarlık Mektebi’ adı altında dostlarımızla bir araya gelerek kalemin ve kelâmın hakkı üzerine istişâreler ediyor, okumalar yapıyor, yazılar yazıyoruz.
Bize bu güzel kapının açılmasına vesile olan başta Genel Başkanımız Ekrem ERDEM Hocamız olmak üzere Ankara Şube Başkanımız Mehmet OYMAK Hocamıza şükranlarımı arz ederim.
Ekrem ERDEM Hocamızı da Mehmet OYMAK Hocamızı da eserlerinden gıyaben tanırdım. Şahsen tanıdığımda ise çölde derya gibi geldiler.
Ekrem Hocamızın sadece bir kelimeye günlerce kafa yoracak kadar kılı kırk yardığına, dile verdiği ehemmiyetin, kültürümüzü hakiki mânâda yaşayıp yaşatabilmek, nesiller boyu aktarabilmek için irfânî bir gayretle çalıştığına şâhit oldum. Bunlar benim öğrendiklerim, bildiklerim, şâhit olduklarım. Gaibi ancak Allah (c.c.) bilir.
Fi’l- hakîka hiçbir vakit söylenmemiş sözler söyleme niyetinde olmadım. Şu yaşlı ve bilge kâinatta dile gelmemiş his, kalbe düşmemiş bilgi var mıdır? Yeni, gün ışığı görmemiş, saf cevher ayarı iddiası olan kelâm etmekten kaçtım. Dilime, eli yüzü cilalı, seçmece kelimeleri dolayarak insanları değiştirmeye çalışmaktansa hâyâ ederim…
Kalemimi yalnızca, yalın kat bir bulunuşta yüreğimle açtım, öğrendiklerimle bildiklerimle hatta gözlemlerimle değil, tohuma nakş olunanların kulağıma fısıldadıklarıyla kavradım.
İlânihâye Ankara öyle engin gönüllü bir şehir ki şu kalem hakkımızı da Ankara’mızın bir sayfasında dostlarımızla paylaşma fırsatı ve imkânı buluyoruz…
________________
1 Kalem Hakkı
Arkadaşına Gönder
Yazdır
Yukarı
Tel : 0 312 229 54 06 - 229 55 06 | Haber Yazılımı: CM Bilişim